HT Hayat Anasayfa Anne Çiçekleri ve doğuşu... | Yaşam

Uzun yıllar kurumsal alanda çalıştığınızı biliyoruz. Peki, edebiyatla olan bağınız ne zaman, nasıl şekillendi?

Yazarak kendini ifade edebilme, duygu ve düşünceleri sağaltma sanırım ilkokul yıllarında babamla birbirimize yazdığımız mektuplar aracılığıyla gelişti. Babam genellikle yurtdışında oluyordu işleri gereği ve yaşadıklarımızı mektuplarla paylaşıyorduk. Ortaokul zamanında biraz daha şekil değiştirdi yazdıklarımız. Baba kız arasındaki anlaşmazlıklar, fikir ayrılıkları yine mektuplarla dile geldi. Önce birbirimize yazdığımız mektupları okur, yazılanlar üzerine düşünür ve sonrasında konuşurduk babamla. O zamanlar farkında olmadan olayları kişiselleştirmeden üzerinde konuşabilme, soğukkanlılığı geliştirme üzerine eğitiliyormuş zihnim, haberim yokmuş. Ve sonra lise yılları, hayran olduğum edebiyat öğretmenim Ayla Hanım ve tarih öğretmenim Rukiye Hanım girdi hayatıma. Ayla Hanım edebiyatı, Rukiye Hanım tiyatroyu dost etti bana.


Anne Çiçekleri romanınızdan başlayalım mı? Bu roman fikri nasıl oluştu?

Kendiliğinden geldiğini zannettiğim cümlelerle başlıyor her şey, oysa kendiliğinden değil elbet, tetiklenmelerin bir sonucu oluyor. Özellikle annemin hastalandığı dönemde içimdeki duygunun öfke mi, üzüntü mü, korku mu olduğunu anlamaya çalışırken çevremi de gözlemledim. Seneler önce derleme bir kitap olarak çıkardığım “Sana Söyleyeceklerim Var Anne” de zemin oluşturdu. O kitapta yediden yetmişe yaklaşık seksen kişi annelerine söylemek istediklerini ama söyleyemediklerini yazmıştı. Neden söyleyemiyor, nelere susuyoruz, suskunluk bize ne vaat ediyor ve ne getiriyor? Bunun gibi sorular zihnimde dönüp durdu uzun bir süre. Zihin bir şeyle meşgul olduğunda algılar da o yöne uzanıyor. Sorular cevapları, cevaplar soruları doğurdu ve Anne Çiçekleri doğdu.


Kitabın atmosferi ve ikili zaman arasında geçişler oldukça dikkat çekiciydi. Bu atmosferi yaratırken en çok neyden etkilendiniz? Hazırlık süreciniz nasıldı?

Parça parça yazdım. Kelimeleri ve duyguları listeledim. Onların üzerine sabah sayfaları yazdım. Altı dakika metinleri yazdım. Yazdıklarım birleşebilir mi birleşemez mi, diye düşünmedim hiç. Zihnimi gözlemledim. Fark ettim ki aslında gün içinde yaşarken bile doğrusal bir zaman içinde yaşamıyoruz, tetiklenmelerle doğan düşünceler ve duygular birbirini takip ediyor. Sonra yapboz gibi birleşti parçalar, en zevkli kısım da bu birleştirme hali.


Kadın kahramanımız Özlem’in de yazmakla ilgili bir meselesi var, oradan yola çıkan ve yol boyunca iyileşmesine de bir anlamda alan açan defterler, yazı ve buradan indiği kişisel dehlizler. Sizce yazmak eyleminin psikolojik iyileşmede karşılığı nedir?

Yazmak, olanı görebilmek, olanın dışına çıkabilmek, olanı olduğu gibi görebilmek için muhteşem bir alan. Özellikle de serbest çağrışımla yazdığınızda zihnin kıvrımları arasına gizlenmiş çok fazla şey ortaya çıkıyor. Zihin çok manipülatif, çok fazla şeyi mantıkla ve akıl oyunları ile gizleyebiliyor. Yazdığınızda yaşanılan olaya farklı açılardan bakabilme imkânı doğuyor. Ve gerçekliğin aslında hiç de zannettiğiniz gibi olmadığını görebiliyorsunuz hatta zihin halinize göre anılarınızın bile şekil değiştirdiğine şahitlik edebiliyorsunuz. Bir düşünceyi, duyguyu, hissi kişiselleştirmemek büyük bir zihinsel özgürlük ve kalbin açılma yolu.


Aynı zamanda editörlük ve yazar koçluğu yaptığınızı da biliyoruz. Yazmak ile ilgili neler söylemek istersiniz?

Yalnızlık, son zamanlarda üzerine çok düşündüğüm bir konu. Yazmak, yalnız yapılan bir iş evet, ama acaba yalnızlığı gidermek için bir oyalanma hali mi diye düşünüyorum. “Bir gün gelip yazamasam yine de yalnızlıktan bu denli keyif alabilir miyim?” diye soruyorum kendime. Erich Fromm, “İnsanın sevebilme kapasitesi yalnız kalabilme hali ile ilişkilidir,” der. Yazmak belki de içindeki kalabalıkla buluşma, onlarla helalleşme ve gerçekten halinden memnun ve yazmaya ihtiyaç duymayacağın bir sevebilme, halinden memnun olabilmeye geçiş süreci.


Kolay değildi. Olayları uzun uzun anlatmak yerine biraz daha sembolik bir anlatım seçtim çünkü okura çok inandım. Okurun beni anlaması için uzun uzun anlatmama gerek olmadığından emindim. Uzun uzun anlatmak hikâyenin özünü de bozacaktı ki hayatın içinde de bu böyle aslında. Uzun uzun konuştuğumuzda hata payı artıyor, olayın özünden çıkıp gerçek olmayan hikâyelerin içinde buluyoruz kendimizi. Bir şeye ikna etmeye çalışmak değildi amacım metinde, o nedenle de kısa olması gerekiyordu. Çalışırken de altı dakika yazıları, sabah sayfaları, kümeleme gibi teknikleri çok kullandım. Ve hep şunu sordum: “Bu cümleye, bu açıklamaya gerçekten ihtiyaç var mı?”


Biraz da üslup konusuna gelmek istiyorum. Kullandığınız samimi ve bu üslup izleğini bilinçli mi seçtiniz? Yoksa siz zaten böyle biri olduğunuz için mi üslubun başka türlüsü düşünülemezdi?

Sanırım hayatın içinde de bu şekildeyim. Samimiyet ve sadelik, zihni eğitmenin ön koşullarından biri. Ve uzun zamandır bu alanda çalışan, zihni eğitme çabasında olan biri olarak kendiliğinden böyle gelişiyor dil.


Dünyada pandemi, savaş, ekonomik çalkantılar derken büyük değişimler, yenilenmeler yaşanıyor. Dünya –ve edebiyatla beraber sanat– yenilenebilecek mi gerçekten bütün bu olup bitenden sonra? Önümüzdeki dönemlerde, bu dönemde yaşadıklarımız sanata ve edebiyata nasıl yansıyacak sizce?

Yaşadığımız her olay sanata yansıyacak elbette çünkü sanat bir yansıma, bir kendini görme hali. Sosyoloji öğrencisi olduğum yıllarda o kadar net fark etmiştim ki bunu. Ortaya konulan eserler dönemin tüm işleyişi hakkında fikir veriyor. Kullanılan kelimeler, ekonomik düzen, sağlık durumu… Ve biraz önce de bahsettiğimiz gibi sanat bir dışa vurum alanı. Olanı olduğu gibi görebilmenin alanı. Yeri gelmişken şunu da söylemek isterim, sanatı bir ayrıştırma alanı olarak görmek de beni biraz düşündürüyor. Sanat egonun kendisini besleme alanı olmamalı, aksine egoyu bırakabilme alanı olmalı ki faydası, katkısı katlanarak yayılsın, birleştiriciliği olsun.


Bir de yeni kuşağın edebiyatla ilişkisini nasıl görüyorsunuz?

Buna sadece kendi çevremdeki gençlerden yola çıkarak yanıt verebilirim. Oğlum yirmi yaşında. Oğluma ve arkadaşlarına baktığımda daha çok sosyal medya ile ilgilendiklerini görüyorum. Daha kısa anlatılarla, görsellerle yaşıyorlar. Her şey çok hızlı, tüketim inanılmaz. Onların edebiyattan uzak olduğunu düşündürtmüyor bu bana, kendi dönemlerinin edebiyatını oluşturduklarını gösteriyor. Edebiyat sadece kelimeler değil, edebiyat yaşamın ta kendisi aslında. Ve yeni kuşağı yaşamın dışında görmüyorum.


Anne Çiçekleri’nin ileride dizi ya film olması tekliflerine nasıl bakarsınız?

Görerek yazabiliyorum. Tramola da öyleydi. Sahneler beliriyor gözümün önünde ve gördüğüm sahneyi metne aktarıyorum. Ve evet, Anne Çiçekleri ileride dizi ya da film olursa çok sevinirim. Ele aldığı konu itibarıyla toplumun buna çok ihtiyacı olduğuna da inanıyorum. Roman bir anne kız hikâyesi gibi görünse de aslında aile içi ilişkiler, uğranılan fiziksel ya da psikolojik tacizler, bu tacizlerin zincir etkileri, ensest gerçeği… Çok isterim Anne Çiçekleri bir uyandırma zili olsun. Nefreti nefretle söndürmeye alışmış zihinlere ve bakış açılarına alternatifler sunsun.


Edebiyat yolculuğunuzun süreceğini tahmin ediyorum. Bundan sonraki projeleriniz nelerdir?

Şu anda üzerine çalıştığım proje yazmanın ve yaşamın aslında nasıl da aynı süreçlerden geçtiğini anlatan bir çalışma. Bu kez okurla birlikte gülebileceğimiz, yazacağımız, çizeceğimiz, nefes alacağımız bir roman hayal ediyorum.




YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.